}

10 Şubat 2015 Salı

YÖRÜK KÖYÜ: "ELİNE, BELİNE,DİLİNE SAHİP OL!"

"Yürümek" eyleminden türemiştir "yörük" sözcüğü. Genelde konar göçer bir hayat yaşayan yörüklerin  yerleşik hayata geçtiklerinin resmidir Safranbolu'daki Yörük Köyü.

Yörükler, yürümeye alışık yüzlerce yıllık ayaklarıyla kök salmaya başladıklarında toprağa, göçebe hayatın tüm renklerini odalara,evlere, çamaşırhaneye, sokaklara yansıtmışlar.

GEÇMİŞE,COĞRAFYAYA GÖZ GEZDİRELİM 
11.yüzyıl sonrasında Türklerin Kayı Boyu'na bağlı Türkmen aşiretleri Batı Karadeniz'e binlerce çadır ile yerleşmişler.Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda bile rol alan bu aşiretler, Kurtuluş Savaşı'nda da oldukça etkili olmuşlar. Anlatılanlara göre Yörük Köyü, Kayı Boyu'na bağlı Karakeçili aşiretinden Hüseyin adlı kişi tarafından kurulmuş. 
 Yörük Köyü ormanlık bir arazinin eteğinde kurulmuş. Kızılçam ormanları köyün mimarisinde de etkili olmuş. Çünkü o güzelim köy evlerinin yapımında kızılçam kullanılmış. 
Karadeniz ve İç Anadolu ikliminin birlikte hissedildiği köyde; çavuş üzümü, kavun, karpuz yetiştirilirmiş. 

ULAŞIM
Köye ulaşım oldukça kolay. Bu nedenle eğer Safranbolu'daysanız mutlaka bu köye de uğrayın derim. Safranbolu'ya yaklaşık 11 km Karabük'e ise  18 km uzaklıkta Yörük Köyü. Safranbolu-Kastamonu yolunun yaklaşık 10.km'sinden sonra sola dönmeniz gerekiyor. Sabahları köyden Karabük'e, akşamları da Karabük'ten köye gelen dolmuş olduğunu da söyleyeyim. Eğer özel aracınızla geliyorsanız, köyün hemen aşağısında, Safranbolu-Kastamonu yolu üzerindeki Konarı Gölü tesislerine uğrayıp kahvaltı yapmanızı öneririm. En azından Konarı Gölü'nün o güzel ortamında mis gibi bir kahve içebilirsiniz.

ŞİMDİ GEZELİM-GÖRELİM!
*Çökön Meydanı: Türkmen aşiretinin bölgeye geldiğinde ilk olarak yerleştiği alan Çökön Meydanı olarak adlandırılmış.
Batı ülkelerinde "La Diva Turka","La Gencer", "La Regina"olarak ün yapan Türk operasının en önemli kadın sanatçılarından ünlü soprano Leyla Gencer'in heykeli Çökön Meydan'ında "Yörük Köyü'ne hoşgeldiniz!" diyor size. Ünlü soprano ev sahibi burada çünkü Leyla Gencer'in babası Yörük Köyü'nden İstanbul'a göçmüş Hasanzade İbrahim Bey'dir. Heykelin hemen arkasındaki harabe halindeki ev de Gencer'in ailesine aittir. 
Batı Karadeniz'deki bu küçük köyde böyle önemli bir sanatçının heykeliyle karşılaşmak hepimizi hem şaşırttı hem de mutlu etti. 



*Çamaşırhane: Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen çamaşırhane köyün ortak malıdır ve köyün biraz yukarısındadır. Küçük bir yürüyüşle ulaşabileceğiniz bu sembollerle dolu çamaşırhanenin 300-350 yıllık bir yapı olduğu söylenmektedir. Evet evet semboller! 
Görünürde Anadolu'daki diğer çamaşırhanelerden hiçbir farkı yok. Köyün mimarisine uygun tek katlı bir yapı ve kocaman tahta bir kapı. İçeride suyun ısıtıldığı ocaklar ve ortada göbek taşına benzeyen kocaman bir yıkama alanı. Baktığınızda ilginç hiçbir şey yok yani.
Ancak köyün bir Bektaşi köyü olduğunu, çamaşırhaneyi de Bektaşilerin yaptırdığını öğrenince her şey değişiyor. İşte tam bu noktada Bektaşi inançlarının sembollerle çamaşırhaneyi şekillendirdiğini görüyoruz. 
Ortadaki çamaşır yıkama taşı Bektaşi tekkesini temsil ediyormuş. Bu taş on iki dilime ayrılmış bu da "On İki İmam"ı temsil ediyormuş. Her dilim küçücük kanallarla ayrılmış birbirinden bu da, aynı anda on iki kadının çamaşır yıkayabilmesini ve kirli suların birbirine karışmadan ortadaki deliğe akmasını sağlıyormuş.Ortadaki delik de çamaşırhanenin gideriymiş.Kazanda kaynatılan çamaşırlar "hopa" adı verilen tokmaklarla dövülerek yıkanıyormuş. Kapıya yakın kısımda taş daha yüksek burada uzun boylular, ocaklara yakın kısımda taş biraz daha alçak burada da kısa boylular çamaşır yıkarmış. Ahh incelikler...
*Sipahioğlu Gezi Evi ( Sipahioğlu Konağı) : Sipahioğlu Gezi Evi ve Kasım Sipahioğlu Konağı yan yana ve iki ayrı aile tarafından turizme açılmış. Ancak bana kalırsa bu konaklar bir bütün. Her ikisini de gezmenizi öneririm. Filiz teyzenin tatlı diline takılıp yandaki Sipahioğlu Gezi Evi'ni Ali Rıza abinin anlatımıyla gezmezseniz büyük kayıptasınız bence.  

Sipahioğlu Gezi evi yaklaşık 250 yaşında. Mimarisi geleneksel Safranbolu evleriyle aynı. Ahşabın sıcaklığı, insana yakınlığı; pencerelerin ve tavanın yüksekliği,ışığı; gıcırdayan döşemeleri, merdivenleri; bir ailenin rahatlıkla her ihtiyacını giderebilceği geniş odalarıyla kısacası her şeyiyle insanca bu konak. Diğer Safranbolu evleri, konakları gibi. 
Ancak Sipahioğlu gezi Evi'ni diğer konaklardan ayıran 1878 tarihli kök boyama bezemeleri. Konağın baş odasındaki kök boyama figürler o kadar canlı ki sanki iki yüz elli yıl önce değil bir kaç yıl önce bezenmiş gibiler. İnanılmaz!Çamaşırhaneyi anlatırken de söylediğim gibi Yörük Köyü bir Bektaşi köyü. Ancak şu anda Bektaşi inançlarının pek de yaşanmadığını, yaşatamadıklarını söylüyor Ali Rıza abi. İfadesinden anladığım kadarıyla biraz mahcup bu durumdan. Çünkü dedelerinin yaptırdığı bu konak, hele de konağın baş odası Bektaşiliğin sembolleriyle dolu. Duvarlardaki, tavandaki her bezemede Hz.Ali, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin ve On İki İmam var. Hacı Bektaşı Veli var. Bunları uzun uzun anlatıp büyüyü bozmak istemiyorum elbette. Yukarıdaki fotoğrafta tam ortadaki sarı vazoda bulunan on iki karanfilin On İki İmam'ı simgelediğini söyleyerek bir örnek vereyim. 



Konağın her yerinden, her ayrıntısında insana dair, kullanıma dair incelikler fışkırdığını belirteyim. Soldaki fotoğraf baş odanın tavanından. gördüğünüz bir avize değil bir küre. Bu küre gündüz güneş ışığını gece de mum ışığını yansıtarak odanın daha aydınlık olmasını sağlıyormuş. 





Sanat, bilim ve insan. Bu üçünün birbiriyle kaynaştığı, bir olduğu bu konağı, baş odayı mutlaka görün derim!



YİYELİM, İÇELİM, ALALIM

Gıcırdayan merdivenlerden adım adım geçmişe uzandık. Çamaşırhanede bile Hacı Bektaşı Veli'yi andık. Köyün dar sokaklarında güler yüzlü insanlarla selamlaştık. Kuş cıvıltılarıyla doldurduk kulaklarımızı.
Bütün bunların üstüne mis gibi Türk kahvesi içilmez mi? Filiz teyzenin oğlunun yaptığı Türk kahvelerini içerken sindirmeye çalıştık gördüklerimizi, duyduklarımızı. Kahvenin yanındaki kızılcık şurubunun da tadına doyulmuyordu. (Kan kusmadan kızılcık şerbeti içmenin mutluluğu bir başka tabi.)
Eğer acıktıysanız otlu gözlemeler, kırk beş kat yufka arasına serilmiş cevizli Safranbolu baklavasını ve diğer yöresel yemekleri tatmak istiyorsanız köye baharda ya da yazın gelmeniz gerekiyormuş. Bizim gibi şubatta köye giderseniz yiyecek çok da özel bir şey bulamıyorsunuz. 
Filiz teyzenin konağından ev tarhanası, kızılcık şerbeti gibi yöresel ürünler alabilirsiniz. Fiyatları oldukça uygun.

YATALIM, UYUYALIM

Yörük Köyü Safranbolu'ya çok yakın olduğundan köyde konaklama imkanı pek yok diyebilirim. Safranbolu'da konaklayıp günübirlik bir gezi için köye gelmek en iyisi.



Bu gezideki yol arkadaşlarım: Saliha-Hüseyin KEÇECİOĞLU, Filiz AKYAZICI, Hüseyin ERSOY, Cihan GÜNEŞ! Şimdi nereye gidiyoruz? 











 



HAMİT USTA: KALAYCI

Dedim: Merhaba! Ben Tanrı misafiri, gelebilir miyim?
Dedi: Tanrı misafiri geri çevrilir mi?
Dedim: Dede tanışalım, ben Mehtap.
Dedi: Duyamadım, tekrar et.
Dedim: Mehtap ben, Samsun'dan geliyorum.
Dedi: Kulaklarım iyi duymaz ama iyi görür gözlerim.
Dedim: Kaç yıldır yapıyorsun bu işi?
Dedi: Seksen bir yaşındayım, çocukluğumdur bu işin başı.
Dedim: Fotoğraf çekebilir miyim? Var mı bir sakıncası?
Dedi: Allah Allahhhh !
Dedim: Çok aradım Samsun'da, bulamadım bir kalaycı. Fotoğrafını çekmek istiyorum işi başındayken ustayı.
Dedi: Bulamadın mı Subaşı'nda Mahmut Ustayı?
Dedim: Duymadım hiç adını.
Dedi: Çok aramadın o zaman kalaycıyı.
Dedim: ( Israr etme Mehtap, yorma Hamit Ustayı.)




Dedim: Yakacak mısın usta ocağı? Kalaylayacak mısın şu küçük bakır tası?
Dedi: Allah Allahhh!
Dedim: Görmek istiyorum ama ben o kalaylama anını.
Dedi: Nerelisin kızım sen?
Dedim: Ben bir dünya insanı.
Dedi: Allah Allahhh!Cık cık cık... Alayım elime o zaman şu kalaylanacak tası.
Dedim: ( Çok konuşma Mehtap işiteceksin birazdan azarı.)
Dedi: Yakayım şu ocağı. Küçük tasa değil ama tencereye süreyim kalayı.
Dedim: İşte başlıyor Mehtap merakla beklediğin kalaylama zamanı.
Dedi: İyi bak, kaçırma hiçbir anı.
Dedim: Bu küçük dükkanda ne anılar saklı.
Dedi: Anlatmayı pek sevmem, seni meraklı!
Dedim: ( Mehtap fazla konuşup bıktırma ustayı.)
Dedim: Usta bu dükkanda her yer sanki bubi tuzağı. Az kalsın incitiyordum ayağı.
Dedi: Eşyalar tanır yabancıyı. Bana ilişmez senin bubi tuzakları.
Dedim: Sürekli soluyorsun bu kalaylı dumanı. Yok mu bir zararı?
Dedi: Seksen bir yaşındayım, bana dokunmaz artık kalayın dumanı.
Dedim: Ellerine sağlık usta, tencere ne güzel parladı.
Dedi: Unutma, her işi özenerek yapmalı!
Dedim: Dede nedir bu işin sırrı?
Dedi: Sevmektir her şeyin başı.
Dedim: Usta, uzun bir ömür yaşamışsın. Söyler misin hayatın sırrını?
Dedi: Söylemem asla bir sırrı.
Dedim: ( Seni inatçı! )
Dedim: Dede sen nerelisin?
Dedi: Merzifon'da yaşarım ama aslım Akçaabatlı.
Dedim: Şimdi belli oldu inatçılığın sırrı.
             ( Mehtap değiştir soruyu, sende de vardır biraz inatçılık huyu! )
Dedim: Dede olsaydım senin torunun, kulağıma fısıldardın hangi üç öğüdü?
Dedi: Allah Allahhh! Cık cık cık...
          Sakın yeme haramı, boğazında düğümleme lokmayı!
          İyi yap işini, güldürme kendine cahil kişiyi!
          Sakın mağrurlanıp unutma aslını, kulağına küpe et tüm bunları!
Dedim: Dede öpeyim usta ellerini, helal et hakkını.
Dedi: Allah Allahhh! Cık cık cık...
Dedim: Bence bilmeli herkes Hamit Usta'nın sırlarını.
Dedi: Uğurlar ola Tanrı misafiri, sakın unutma kalaycı Hamit Usta'yı!
             







13 Aralık 2014 Cumartesi

ALIN TERİ

Bir hafta sonu gezisinde karşı tepenin eteklerine inci taneleri gibi yayılmış koyun sürüsünü ve elindeki sopası, sırtındaki kepeneğiyle ağır aksak ancak tanıdık adımlarla ilerleyen çobanı görür görmez şu dizeler dökülmeye başladı belleğimden dilime:
 Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
 Bir dakika araba yerinde durakladı.
Bu dizelerle başlar Faruk Nafiz'in "Han Duvarları". Cumhuriyet aydınının Anadolu'ya ve Anadolu insanına, en çok da halk şairi Maraşlı Şeyhoğlu'nun hayatına yolculuğudur bu şiir. Atlı bir arabayla yapılan yolculuk boyunca gördüğü Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu manzarası Faruk Nafiz'i şaşırtır. Belki de yazdığı bu güzel şiirle  özür diler Anadolu'dan, bu geç kalmış tanışma için.
"Bazen hepimiz geç kalmıyor muyuz dışımızdaki yaşamları tanımaya? Sonbaharı izlemeye, kuru yapraklar üzerinde gezinmeye ya da dağın eteğinde kepeneğine sarılıp yatan çobanla sohbet etmeye? " derken arabadan  inip  sesleniyoruz: "Amcaaa! Oraya nasıl gelebiliriz?" Sesimizi duyuyor, derdimizi anlıyor ama biz duyamıyoruz yol tarifini.
 
 Sağa sola bakınıp yol arıyor ve kolayca da buluyoruz. Küçük bir dere karşılıyor yolun ortasında bizi. Seviniyoruz.  Kırmızı, sarı, kahverengi meşe palamudu yaprakları derenin yüzünden gülümsüyor bize. Elimizi  ıslatıp  yüzümüze  sürüyoruz. Taşların üzerinden sekerek karşıya geçiyor, toprağı örten sonbahar yapraklarına hayranlıkla bakıyoruz. Ufacık bir tepeyi mutlu adımlarla aşıyoruz. Sonunda Anadolu'nun, güzel atlara binip gitmemiş insanlarından biriyle tanışıyoruz.

"Gönlümü çekse de yârin hayali
  Aşmaya kudretim yetmez cibali
  Yolcuyum bir kuru yaprak misali
   Rüzgarın önüne katılmışım ben."

Adını söyledi de biz mi unuttuk,yoksa hiç mi öğrenmedik  bilmiyorum. Ama onun yüzüne, sırtındaki kepeneğe, sıkıca tuttuğu girebiye bakarken yukarıdaki dizeleri bir çok kez sessizce yinelediğimi çok iyi biliyorum.
Tam eve gidecekken seslendiğimizi ve bizi beklediğini söyleyince biraz mahçup, biraz mutlu gülümseyip,  teşekkür ediyoruz. Sanki tüm bu ağaçlar, tepeler, üzerinde gezindiğimiz toprak,sekerek geçtiğimiz dere onunmuş,biz de karşılaşmayı ummadığı ama sevdiği eski dostlarıymışız gibi ağırlıyor bizi. Çok sahiplenerek bunaltmıyor, sıkmıyor;    gönlümüzce hareket etmemize, koyunları sevmemize, fotoğraf çekmemize izin veriyor.     
"Eşimi kaybettikten sonra bir süre eve kapandım. Çok konuşmadım, gezmedim. Ama baktım böyle olmuyor geri döndüm dağlara, tepelere, koyunlara.Geri döndüm tabiata." diyor, "İnsana iyi gelen işte bu ağaçlar,   şu dere, hayvanlar, işte şu kuru yapraklar." diyerek tamamlıyor.  
Tamamen içgüdüsel bir tonla koyunlara sesleniyorum ve ikisinin ilgisini çekiyorum. Ürkek ürkek gelip elimi yalamaya başlıyorlar. O da koyunların türlerini, özelliklerini anlatıyor ilgileneceğimi bilerek. Koyunları seviyor, onu dinliyorum.  Çığırtkan kuşlar geçiyor, gün akşama hazırlanıyor. 
"Annem yaşlıydı, çocuklar vardı.   Olmadı, yapamadım yalnız.  Eşimin  ölümünden üç yıl sonra yeniden evlendim." diyor. Birincisinden üç, ikincisinden de iki çocuğu olduğunu söylüyor. Çocuklarından söz ederken yüzünde müthiş bir   mutluluk. Sanki yüzündeki tebessümden yüreğindeki sevgiyi görüyorum.Gülümsüyorum ben de. Kızlarından birinin Türkçe öğretmeni olduğunu göğsü kabararak, atanamadığını da üzülerek söylüyor. Oğlu askerdeymiş, diğerleri de  okuyormuş. İlkokul, lise..." İşte ben de sırf onlar için el kapısında çobanlık yapıyorum. Alnımın teriyle, harama el uzatmadan kazandıklarımla onları okutuyor, kendilerini kurtarmaları için her şeyi yapıyorum."
Ayağındaki lastik ayakkabıya, başındaki fese, pantolonunun    içine soktuğu kazağa, girebiyi tutan ellerine,dilinden akan sözlere bakıyorum. Gözlerim doluyor. Yaşların sebebi yalnızca onun yoksulluğu, aksayan ayağına rağmen çobanlık yapışı   değil elbette;çalmanın, yolsuzluğun sıradanlaştığı böyle bir dünyada haram yememekten, alın terinden söz eden bu güzel Anadolu insanının haklı gururu.    
Ayrılık zamanı geldi diyor, yukarıdaki tepeden batmakta olan güneş. Koyunları katıyor önüne, vedalaşıyor bizimle. "  Hakkını helal et amca!" diyoruz. "Ne demek!" derken, semaverde yapılacak çay için kaynak suyunun yerini gösteriyor. Arkasını dönüp gün batımına doğru ilerlerken hepimiz içimizdeki sorular ve bin bir mutlulukla bir süre sessizce izliyoruz onu.




Karşı yamaçtaki kepenekli amca, sen çok yaşa!
 










"Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
 Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!"

8 Aralık 2014 Pazartesi

USTA: MESUT ÜNALAN

Onu ilk kez küçük, dağınık, tozlu atölyesinin önündeki koltukta şekerleme yaparken gördüm. Kar beyazı pos bıyıkları, geniş alnı ve dingin ifadesi "Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var!" diyor, beni hikayesine çağırıyordu. 

Aldım elime fotoğraf makinemi çaldım ustanın kapısını. Karadeniz insanının tersliğini, hele gününde değilse huysuzlanacağını bildiğimden üzerime de giydim zırhımı. Ancak gözlerim silahsız, samimi " Dinlemek istiyorum, sen konuş yeter ki!" derken; önce mavi gözlerinden, sonra usta ellerinden en sonunda da dudaklarından döküldü "Hoş geldin!". 

Bütün "hoş geldin"lerin kapısı sohbete açılır dedim anlattım derdimi. Atölyesine girmenin dünyasına, mahremine girmek olduğunu anlayıp izin istedim adımlarım, gözlerim, sözlerim için. Oldukça kibar, görmüş geçirmiş bir duruşla dilediğim gibi hareket etmeme izin verince, sevindim, çocuklaştım.

Mesut Ünalan... 88 yaşındaki Samsunlu saz ustası, 80 yıldır bu işi yaptığını söylediğinde şaşırıp kaldım. Ne büyük emek,ne suskun sabır, ne bitmez bir aşk! Çocukluk hevesinin, isteğinin seksen yıldır arkasından koşmak ne büyük bir onur! 

Seksen yılda yaptığı bağlamaları, utları,tamburları düşündüm sonra. Acaba bağlamanın bam teli Mesut Usta'nın hangi gününü anlattı bizlere? Biz bu usta ellerin kokusunu hangi tamburun bedeninden kokladık? Dut ağacı Nida Tüfekçi'nin hangi türküsünde yapraklarını hışırdattı? Kim bilir?...Ben bilemedim, sadece hissettim.  

Devlet Demiryolları'ndan  emekli olduğunu söyledi söz arasında. Orada çalışırken de saz yapımına ara vermediğini, hayatının her anında saz yapımının en büyük aşkı olduğunu ekledi yavaşça. Biraz bozuldum. Bu aşkı söylemesine gerek var mıydı? Duvardaki tornavidada, benmari usulü erittiği tutkalda, tezgaha gerilmiş ut teknesinde, kapının önündeki koltukta, atölyenin her yerini kaplayan ahşap tozunda bu aşkı görmediğimi mi düşündü acaba?Sustum, dinledim.

Uğraş,sanat, zanaat, emek olunca konu, Türkiye'yenin yozlaşmasına da değinilecekti elbet. Değinildi de. Seksen sekiz yaşındaki bu emekçi usta geleceği öngörmek istemediğini, her şeyin yavaş yavaş nasıl yozlaştığını, insanlarımızın tek derdinin para kazanmak olduğunu gözleri dolarak anlattı. Anadolu insanının cahilliğinin birileri için büyük bir ekmek kapısı olduğunu vurgulayıp " Türkiye'de para kazanamayan, dünyanın hiçbir yerinde kazanamaz!" diyerek noktayı koydu.


Sohbete ara verip kavisli bir ahşap kesti tornada. Ardından kalem aldı eline bir şeyler çiziktirdi kağıda. İşini ustalıkla yapan insanları izlemek iyi bir film izlemek gibi gelir bana. İzledim, sustum. Sessizliği Mesut Usta bozdu: " Sanat para karşılığı yapılmaz! Sanatını iyi yaparsan gerisi zaten kendiliğinden gelir!"

O usta, o bilge ellerini aldım elime önünde saygıyla eğilerek öptüm. 

Sen çok yaşa Mesut Usta!




  





5 Aralık 2014 Cuma

ŞAVŞAT:KARA ORMAN

Karagöl,Sahara Milli Parkı,Meşeli Köyü
Artvin'in güzel bir ilçesi olan Şavşat, adını Gürcüceden almış. Gürcücede "kara orman" anlamına gelen Şavşat, yeşilin her tonunu görebileceğiniz cennetten bir köşe sanki. Ulu iğne yapraklıların arasında gezerken "kara orman" benzetmesinin bu coğrafyaya ne kadar yakıştığını hissediyorsunuz. Yeşil... Hep yeşil, her yer yeşil. Ama öyle açık yeşil, su yeşili değil karaya çalan bir yeşil.

Ormanlarında gezerken, Çoruh boyunca yol alırken gözleriniz, ciğerleriniz, ruhunuz yeşile doyuyor. Yüzünüze düşen koyu yeşil gölgeler, doğanın parçası olduğunuzu, toprak olduğunuzu, yaprak olduğunuzu yeniden anlatıyor size. Köklerinize sarılmak, kökünüze dönmek duygusunu yaşayarak dolaşıyorsunuz yollarında.
Meşeli yolunda Mehtap'ın ağacı
   

Veliköy'den bir manzara
GEÇMİŞE-COĞRAFYAYA GÖZ GEZDİRELİM
Tarihi kaynaklara göre Şavşat civarında M.Ö.900-650 yılları arasında Urartu ve Kimer kabileleri yaşamıştır. Daha sonra sırasıyla Saka Türklerinin , Romalıların ve Sasanilerin elinde kalmıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı'nın yönetimine girmiş, Gürcistan Vilayeti olarak adlandırılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında Rusların eline geçen bölge 1921'de kurtarılarak Misak-ı Milli sınırlarına dahil edilmiştir.

Dağlık ve engebeli bir arazi üzerine yayılmış olan Şavşat'ın rakımı en az 950, en fazla 1800 metredir. Oldukça zengin bir bitki örtüsüne sahip olan Şavşat, iğne yapraklılardan oluşan ormanlara sahiptir. Akarsu ve göller bakımından da oldukça zengin bir coğrafyadır.


ULAŞIM


 Her şeyden önce ulaşmak ile ulaşamamak arasında bir yerde olduğunuzu düşünün. "Güzelliklere ulaşmak zordur " diye kalıplaşmış bir ifade vardır ya işte onun karşılığı Şavşat. Yükseklik ve engebeli arazi yapısı doğal olarak ulaşımı da etkilemiş. İstanbul, Ankara gibi şehirlerden geliyorsanız, uçakla Trabzon'a (320 km) ya da Kars'a (160 km)oradan da kara yoluyla Artvin'e ulaşabilirsiniz. Bunların dışında kolay olan bir yol daha var bence: O da Batum'a (180 km) gidip oradan Hopa, Artvin, Şavşat güzergahını izlemek. Böylece bir taşla bir kaç kuş vurmuş olursunuz. Artvin merkezden Şavşat'a hareket eden minibüslerin olduğunu da söyleyeyim. Eğer özel aracınızla geliyorsanız zaten her şey daha kolay. 
Şavşat ilçe merkezinden 

Coşkun Çoruh'u dizginleyen baraj 
Ulaşım sakın gözünüzü korkutmasın! Hem yollarda görecekleriniz hem de Şavşat'ta görecekleriniz, yaşayacaklarınız bütün bunlara değer. Hopa'dan Artvin'e giderken müthiş manzaraların sizi beklediğini unutmayın! Fotoğrafçılar iş başına yani. 

Şavşat ilçe merkezinden köylere nasıl giderim derseniz: Taksi ya da minibüslerle. Minibüslerin belirli saatlerde kalktığını ve normalden daha pahalı olduklarını da söylemekte fayda var. Bence biraz pazarlık yapmalısınız.
Not: Bir ara,  "Veliköy" etiketli fotoğrafta gördüğünüz yere havaalanı yapılmaya karar verilmiş. Neden bilinmez, daha sonra vazgeçilmiş. Böyle bir güzellik havaalanı için yok edilmemeliydi zaten!



ŞİMDİ GEZELİM, GÖRELİM !

Karagöl, Sahara Milli Parkı, Meşeli Köyü
Şirin ama çok zehirli 
* Sahara Milli Parkı ve Karagöl: Karagöl, Meşeli Köyü sınırları içerisinde yer alan saklı bir cennet. Sahara Milli Parkı içerisinde yer alan bu eşsiz manzaraya ulaşmak için,ilçe merkezinden 25 km'lik bir yolculuk yapmanız gerekiyor. Meşeli Köyü'ne giden minibüslerle ulaşım oldukça kolay.
Karagöl,Sahara Milli Parkı, Meşeli Köyü
19. yüzyılın başlarında heyelan sonucu bir derenin önünün kapanmasıyla oluşan bu göl ve çevresindeki ladin ve çam ağaçları İsviçre Alpler'ini aratmıyor.  Kamp ve karavan turizmi için de oldukça ideal  olan Milli Park'ta piknik yapmak, gölde tekneyle gezinmek iş ve şehir yaşamından bunalmış ruhların ilacı bence. Ben uğraşamam piknikle, çadırda da kalamam diyenler için de özel girişimciler tarafından işletilen lokantayı ve  eşsiz manzaralı odalarda konaklamayı ısrarla öneririm (
www.savsatkaragol.com). Buraya kadar gelmişken isterseniz çadırda, isterseniz karavanda, isterseniz otelde bir gece konaklayın bence.
Yenilebilen çise mantarı










Milli Park'ın ormanlık alanlarında yapacağınız küçük geziler de oldukça eğlenceli ve dinlendirici. Ormanın derinliklerinde kaybolayım demeyin! Bazı yaban hayvanları sürpriz yapabilir çünkü.
Milli Park'ta avlanmak kesinlikle yasak
Gobazeler'deki kale kalıntısı
Meşeli'ye kadar gelmişken Gobazeler Mahallesi'ndeki kale kalıntılarını görmeden, Agara Mahallesi'ndeki Ümit'in Yeri'nde alabalık yemeden, Agara'daki "ağlayan kaya"nın suyundan gözünüze damlatmadan da dönmeyin derim.


* Tibeti Kilisesi: Şavşat'ın Cevizli Köyü'deki bu kilise Gürcü Kralı Kuropalates Gurgen'in ölümünden sonra oğlu Aşot Kuhi (899-918) tarafından yaptırılmış. Daha ayrıntılı bilgi aşağıdaki fotoğrafta bulunmaktadır.

Tibeti Kilisesi hakkında bilgi
Cevizli'de köy kahvesi
Tibeti Kilisesi
 Kilisenin bahçesindeki bankta ortada oturan amcanın yaşı yok bence. Öyle bir ifade var ki yüzünde bırakın Tibeti Kilisesi'nin yapımını yeryüzünün yaratılışına tanık olmuş sanki. Bence o her gün kilisenin bahçesine uğruyor. Siz gittiğinizde de oradaysa biraz sohbet edin, sonra da kilisenin karşısındaki harika köy kahvesinde dut ağaçlarının altında oturup çay için.
O amca der ki:Bu kilisenin dört gıblesi (kıblesi) vardur. Bu dört gıble dört kitabu temsil edar. Dört kitabun da insanlara söyladuğu aslunda aynudur... 
Bana kalırsa ortadaki amca bu kilisenin ve Cevizli'nin bekçisi
 Karadeniz insanının çok sıcakkanlı, bir o kadar da tez canlı, ani çıkışlar yapabilen ama hızlıca da yelkenleri suya indirebilen karakter özelliklerini unutmayalım n'olur. Sohbet ederken işe yarayabilir.

Cevizli'ye gelmişken "peri bacılarını" da gezeyim derseniz iyi edersiniz. Sorduğunuz herkes size yolu tarif edebilir.


Yüzüncü Yıl Üni. sitesinden alınmıştır.







* Şavşat Kalesi : İlçe merkezine bağlı Söğütlü Mahallesi'ndedir. Bagratlı dönemi kalelerine benzer. İçinde sarnıç ve şapel kalıntıları bulunur. Osmanlı döneminde de kullanılmıştır. Kalenin surlarının bir kısmı ayaktadır. Muhteşem bir manzaraya hazır olun !


YİYELİM, İÇELİM, ALALIM
Gorcola (eritme peynir)nın yapımı
Gezdik, biraz tarihi kokladık, Karadeniz insanıyla muhabbet ettik ve elbette acıktık. Ne yesek? Şavşat ilçe merkezinde bulunan lokantalarda yapılan harika dönerler iyi bir öğle yemeği olabilir. 

Yavuz Köyü'nde 200 yıllık tarihe sahip olan Şavşat Evi'nde yöresel ve organik lezzetler tadabilirsiniz.Burada ketenin,hınkelin ve mutlaka Şavşat'ın ünlü eritme peynirinin (gorcola) tadına bakmanızı öneririm. Şavşatlılar için bu peynir hava gibi, su gibi nimetten. Hatta Şavşatlı olamanın temel kriteri diyebiliriz:)

Tarihi Şavşat Evi'nde ilçe halkının el emeği ile yapılan yöresel kıyafetleri ve halıları da görebilirsiniz. 

Gorcola, bal, pekmez, Şavşat Evi maketleri, el yapımı sepetler,çamsakızı, nego (yayla çiçeği),kuşburnu marmelatı, pestil,ceviz alınacaklar arasında ilk sırada yer alanlar. Şavşat'ın pazarı Perşembe günü kuruluyor. Birçok yöresel ürünü pazarda bulabilirsiniz.
Tamamı ahşap olan Şavşat evlerinden bir örnek

YATALIM,UYUYALIM

Beş yıldızlı konaklama beklentisi olanlar biraz üzülebilir. Çünkü Şavşat'ta böyle bir olanak yok.Daha çok orta halli oteller ve pansiyonlar var Şavşat'ta. 
İlçe merkezindeki Sahara Oteli, Sahara Milli Parkı'ndaki Karagöl Pansiyon,Meydancık'taki Papart Pansiyon,Laşet Motel ve  Bungalow Tatil Evleri rahatlıkla konaklayabileceğiniz yerler. İyi dinlenmeler!


Bu gezideki yol arkadaşlarım:

Nuran BAYKAN,Semiha YILMAZ,Hüseyin ERSOY ve Cihan GÜNEŞ! Sizinle yollar çok eğlenceli bol muhabbetli, yemekler daha lezzetli, yeşil daha yeşil, mavi daha mavi. Eşliğiniz için teşekkürler.















2 Aralık 2014 Salı

ALLI TURNAM NE GEZERSİN HAVADA?

Ruhumun özgürleşmeye, huzura, dinginliğe ve yenilenmeye gereksinimi yollara düşürür beni. Yollara düşmek; görmediğim, bilmediğim yerlere gitmek arındırır, heyecanlandırır.

Bu gezi her zaman uzak diyarlara olmaz. Bazen deniz kenarında yürüyüş, bazen sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden yürümek, bazen de anılarda gezinmek olur. Yol nereye olursa olsun hepsinde hareket ve elbette yorgunluk vardır. Ancak bu yorgunluğun enerjiye öyle bir dönüşümü vardır ki insan şaşırır kalır. 

İşte bu  enerjiyi sizinle de  paylaşmak için yediğim içtiğim benim olsun, gezip gördüklerimi anlatayım dedim. Umarım paylaşımlarım  size de ilham verebilir. Siz de allı bir turnanın ya da bir leyleğin ne biliyim belki güneşin, yıldızların ardına takılıp küçücük dünyanın kocaman diyarlarında gezinirsiniz.

Yolumuz açık olsun!..

Beni ben yapan, her zaman destekleyen; yaşama heyecanımı içtenlikle paylaşan;ayağım takılıp sendelediğimde kollarımdan tutup ayağa kaldıran canım annem, canım babam,

"Tonton Mehtap"ı, gittiği yerlere yanında götüren, ona koskocaman bir yürekle gülümseyen can büyükbabam,

Çocukluğumun kahramanı, dilinden masallar dinleyip düşler dünyasında gezinmemi sağlayan, bildiklerini, gördüklerini romancı titizliğiyle anlatıp beni kendine hayran eden, ilk öğretmenim, hep öğretmenim can babaannem,



  
İki yaşımdayken kavradığı bileğimi hiç bırakmayan, ben meraklı ama tedbirsiz oraya buraya koştururken beni kollayan, bu sayfanın fikir annesi,  çocukluk arkadaşım, can dostum, dert ortağım, oyun arkadaşım, ablam,

Beni her zaman nazlayıp değer veren, yaşadıklarımı gönül rahatlığıyla paylaşabildiğim, kollarını kanatlarını iki yanımda hissettiğim canım abilerim,





Gezerken duyduğum heyecanı, coşkuyu yüzünde kocaman bir gülümseyişle izleyen, benimle birlikte gittiğimiz yerlerden anı taşları toplayan, yol arkadaşım, hayat ortağım, sevgilim, eşim,


Yokluğuyla beni yollara düşüren oğlum,





Sevgili ailem,
Can dostlarım,
Arkadaşlarım,
Enerjileriyle hep dinç ve genç kaldığım canım öğrencilerim,
Ve güneş, 
Ve dünya,
Ve ay,
Yıldızlar,
Ve DENİZler,
Okyanuslar,
Gümbürdeyen ormanlar,
Şakırdayan kuşlar,


İyi ki vardınız, iyi ki varsınız! Sizleri seviyorum...