}

13 Aralık 2014 Cumartesi

ALIN TERİ

Bir hafta sonu gezisinde karşı tepenin eteklerine inci taneleri gibi yayılmış koyun sürüsünü ve elindeki sopası, sırtındaki kepeneğiyle ağır aksak ancak tanıdık adımlarla ilerleyen çobanı görür görmez şu dizeler dökülmeye başladı belleğimden dilime:
 Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
 Bir dakika araba yerinde durakladı.
Bu dizelerle başlar Faruk Nafiz'in "Han Duvarları". Cumhuriyet aydınının Anadolu'ya ve Anadolu insanına, en çok da halk şairi Maraşlı Şeyhoğlu'nun hayatına yolculuğudur bu şiir. Atlı bir arabayla yapılan yolculuk boyunca gördüğü Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu manzarası Faruk Nafiz'i şaşırtır. Belki de yazdığı bu güzel şiirle  özür diler Anadolu'dan, bu geç kalmış tanışma için.
"Bazen hepimiz geç kalmıyor muyuz dışımızdaki yaşamları tanımaya? Sonbaharı izlemeye, kuru yapraklar üzerinde gezinmeye ya da dağın eteğinde kepeneğine sarılıp yatan çobanla sohbet etmeye? " derken arabadan  inip  sesleniyoruz: "Amcaaa! Oraya nasıl gelebiliriz?" Sesimizi duyuyor, derdimizi anlıyor ama biz duyamıyoruz yol tarifini.
 
 Sağa sola bakınıp yol arıyor ve kolayca da buluyoruz. Küçük bir dere karşılıyor yolun ortasında bizi. Seviniyoruz.  Kırmızı, sarı, kahverengi meşe palamudu yaprakları derenin yüzünden gülümsüyor bize. Elimizi  ıslatıp  yüzümüze  sürüyoruz. Taşların üzerinden sekerek karşıya geçiyor, toprağı örten sonbahar yapraklarına hayranlıkla bakıyoruz. Ufacık bir tepeyi mutlu adımlarla aşıyoruz. Sonunda Anadolu'nun, güzel atlara binip gitmemiş insanlarından biriyle tanışıyoruz.

"Gönlümü çekse de yârin hayali
  Aşmaya kudretim yetmez cibali
  Yolcuyum bir kuru yaprak misali
   Rüzgarın önüne katılmışım ben."

Adını söyledi de biz mi unuttuk,yoksa hiç mi öğrenmedik  bilmiyorum. Ama onun yüzüne, sırtındaki kepeneğe, sıkıca tuttuğu girebiye bakarken yukarıdaki dizeleri bir çok kez sessizce yinelediğimi çok iyi biliyorum.
Tam eve gidecekken seslendiğimizi ve bizi beklediğini söyleyince biraz mahçup, biraz mutlu gülümseyip,  teşekkür ediyoruz. Sanki tüm bu ağaçlar, tepeler, üzerinde gezindiğimiz toprak,sekerek geçtiğimiz dere onunmuş,biz de karşılaşmayı ummadığı ama sevdiği eski dostlarıymışız gibi ağırlıyor bizi. Çok sahiplenerek bunaltmıyor, sıkmıyor;    gönlümüzce hareket etmemize, koyunları sevmemize, fotoğraf çekmemize izin veriyor.     
"Eşimi kaybettikten sonra bir süre eve kapandım. Çok konuşmadım, gezmedim. Ama baktım böyle olmuyor geri döndüm dağlara, tepelere, koyunlara.Geri döndüm tabiata." diyor, "İnsana iyi gelen işte bu ağaçlar,   şu dere, hayvanlar, işte şu kuru yapraklar." diyerek tamamlıyor.  
Tamamen içgüdüsel bir tonla koyunlara sesleniyorum ve ikisinin ilgisini çekiyorum. Ürkek ürkek gelip elimi yalamaya başlıyorlar. O da koyunların türlerini, özelliklerini anlatıyor ilgileneceğimi bilerek. Koyunları seviyor, onu dinliyorum.  Çığırtkan kuşlar geçiyor, gün akşama hazırlanıyor. 
"Annem yaşlıydı, çocuklar vardı.   Olmadı, yapamadım yalnız.  Eşimin  ölümünden üç yıl sonra yeniden evlendim." diyor. Birincisinden üç, ikincisinden de iki çocuğu olduğunu söylüyor. Çocuklarından söz ederken yüzünde müthiş bir   mutluluk. Sanki yüzündeki tebessümden yüreğindeki sevgiyi görüyorum.Gülümsüyorum ben de. Kızlarından birinin Türkçe öğretmeni olduğunu göğsü kabararak, atanamadığını da üzülerek söylüyor. Oğlu askerdeymiş, diğerleri de  okuyormuş. İlkokul, lise..." İşte ben de sırf onlar için el kapısında çobanlık yapıyorum. Alnımın teriyle, harama el uzatmadan kazandıklarımla onları okutuyor, kendilerini kurtarmaları için her şeyi yapıyorum."
Ayağındaki lastik ayakkabıya, başındaki fese, pantolonunun    içine soktuğu kazağa, girebiyi tutan ellerine,dilinden akan sözlere bakıyorum. Gözlerim doluyor. Yaşların sebebi yalnızca onun yoksulluğu, aksayan ayağına rağmen çobanlık yapışı   değil elbette;çalmanın, yolsuzluğun sıradanlaştığı böyle bir dünyada haram yememekten, alın terinden söz eden bu güzel Anadolu insanının haklı gururu.    
Ayrılık zamanı geldi diyor, yukarıdaki tepeden batmakta olan güneş. Koyunları katıyor önüne, vedalaşıyor bizimle. "  Hakkını helal et amca!" diyoruz. "Ne demek!" derken, semaverde yapılacak çay için kaynak suyunun yerini gösteriyor. Arkasını dönüp gün batımına doğru ilerlerken hepimiz içimizdeki sorular ve bin bir mutlulukla bir süre sessizce izliyoruz onu.




Karşı yamaçtaki kepenekli amca, sen çok yaşa!
 










"Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
 Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!"

1 yorum:

  1. Çünkü o bin yıllardır bu toprağın çobanı... Tanış olmamak mümkün mü!

    YanıtlaSil